GeriSeyahat 8 bayram önerisi
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
8 bayram önerisi

8 bayram önerisi

Sonbaharın renkleriyle yazın sıcağını birleştiren dört günlük eylül tatili için hazır mısınız? Eğer planınızı hâlâ yapmadıysanız seyahat yazarlarına kulak verin. Londra’da bu hafta festival atmosferi yaşanıyor. Prag sonbaharın renklerine büründü. Sanat şehri Floransa bağbozumu döneminde bir başka güzel. Guilin yılın en güzel dolunayını şölenle kutluyor. Yurtiçinde kalacaksanız Bozcaada, Abant, Alanya ve Kemaliye sayısız sürprizler vaat ediyor.

Mehmet YAŞİN

Bağlar altın sarısına boyanırken orada olun BOZCAADA


Vapur Bozcada’ya yaklaşırken, eylülde adanın iyice bozardığını fark edeceksiniz. Güneş yaz boyunca, poyrazın serinliğine saklanıp, fark ettirmeden adayı yakıp kavurmuş, Anadolu’ya bakan yüzünü kahverengiye boyamıştır.
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab4229
Bozmayın moralinizi... Aslında bu aldatıcı bir görüntüdür.

Adanın tutkunlarından Prof. Dr. Haluk Şahin, “Bozcaada Kitabı”nda bu aldatmayı şöyle anlatır: “Fettan Ege adalarının belki de hiçbiri, arşipelin hemen ağzında bulunan Bozcaada kadar aldatıcı olamaz. Dört farklı yerden baktığınızda dört farklı görüntüyle karşılaşırsınız. Anadolu’dan bakıyorsanız görünüme egemen olan boz, alçak, çıplak tepeler bu adada yaşam olup olmadığı sorusunu akla getirebilir. Batıdan, yani açık deniz tarafından bakıyorsanız beyaz yarları, kıvrımlı koyları ve arkasındaki çamlıklarla, Ege’nin en güzel adasına geldiğinizi düşünebilirsiniz. Kuzeyden yani Çanakkale Boğazı yönünden bakıyorsanız, üç mevsim yemyeşil bağlarla adeta Provence’dasınız ve bu görünümle boz kelimesi arasındaki bağlantıyı merak edersiniz. Güneyden bakıyorsanız, sarp kayalıklar ve küçük koylar, Bodrum yarımadasına geldiğiniz sanrısını yaratabilir...”

Otelinize veya pansiyona yerleştikten sonra, kendinizi sokaklara atmanızı öneririm. Adanın daracık sokakları ve beyaz badanalı taş evleri, zakkum, begonvil, ağaç minaresi, boruçiçekleri, akşamsefaları, hatmi çiçekleriyle sarılmış, allı yeşilli süslenmiştir.

SAKİN, ISSIZ KOYLAR

İskele’ye giden yolun başındaki Çınaraltı kahvesinde bir çay içmenizi öneririm. Burası adanın istihbarat merkezidir sanki. Adaya kim gelmiş, kim gitmiş, üzümün rekoltesi ne olmuş, bağların durumu nasılmış, fiyatlar kaça çıkmış ve diğer dedikodular burada konuşuluyor, buradan ada sokaklarına dağılır.

Adanın konukları genellikle güneye bakan “sütliman” koylarda denizin keyfini çıkarır. Koylar, yüzeni dirileştiren buz gibi sularıyla meşhurdur. Turkuvaza boyanmış kekik kokulu koyların bir çoğu bakirdir. Güney sahili, deli rüzgârıyla meşhurdur. Zaten bu deli rüzgârsız Bozcaada anlatılamaz. Kuzeybatıdan kopup gelen serin poyraz, adanın sevgilisi gibidir. Bir hışımla gelir, koyların sularını soğutur, üzümleri ve insanları güneşin öfkesine karşı sarıp sarmalar, yaşamı daha yaşanılası kılar. Poyraz olmazsa Bozcaada olmaz.
Bozcaada denilince akla hemen şarap gelir. Adanın şarapçılığı çok eskilere dayanır. Geçen yüzyıllarda buraya yolu düşen bir çok gezgin, bu şaraplardan övgüyle bahsetmişlerdir. Adanın en meşhur üzümü, tadına doyum olmayan Çavuş’tur. Yüz yılık geçmişi olan bu üzüme, beklemeye tahammülü olmadığı için “prenses” yakıştırması yapılır. Şaraplık üzümler ise şöyle sıralanır: Vasilaki (Altıntaş), Kuntra (Karasakız) ve Karalahna. Bunların yanı sıra son beş yılda dünyanın en lezzetli şaraplık üzümleri de adaya konuk gelmişlerdir.
Antikçağdan beri lezzetli şarapların damıtıldığı bu bağlar, bir ticaninin gazabına uğramıştır. 1956-1976 yıllarında adaya sürgüne gönderilen Kemal Pilavoğlu adlı bir gerici, “Şarap haramdır” diyerek çevresindeki cahil güruhu etkilemiş ve yaklaşık 100 bin üzüm kütüğünün bakımsızlıktan yok olmasına neden olmuştur.

KALAMARIN YAHNİSİ

Bozcaada’da yeme-içme işine gelirsek; Adanın unutulmaya yüz tutan yemekleri, diğer adalarda olduğu gibi ot ağırlıklıdır. Ada kadınları, yabanıl otların uzmanı sayılır. Onlar dere tepe dolaşıp, mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, horozotu, gelincik, kuşkonmaz, şevketibostan, ısırgan ve hindibağ toplayıp, bunları lezzetli yemeklere dönüştürme ustasıdır. Sirke ve sarımsaklı börülce ve salamura yapraklara sarılan “çiğ dolma” da adanın özel tatları arasında yer alır. Hâlâ pişirilen geleneksel bir yemek de, salyangozlu bulgur pilavı ve patatestir. Patatesli kalamar yahnisi de adalıların en sevdikleri arasındadır.

Sanat selinde üç gün FLORANSA

Eğer bayramda niyetiniz yurtdışında tatil yapmaksa size Floransa’yı önereceğim. Fikir vermesi için de, bir süre
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab422b
çıktığım geziyi anlatacağım. Roma Havaalanı’ndan kiraladığım otomobille, otoyoldan Floransa’ya hareket ettim. Sanata, tarihe ve dünyanın en güzel manzaralarına doğru gittiğimi biliyordum. Göreceklerimi düşününce heyecanlandım. Göz alabildiğine uzanan bağlarda asma kütükleri, bağbozumunun yorgunluğunu çıkarıyordu. Zeytin ağaçları, gri-yeşil yapraklarıyla yamaçları süslüyordu. Tepelerdeki çan kuleli küçük köyler, masalımsı görüntüler oluşturuyordu.

Tam hesapladığım saatte Floransa’ya girdim. Arno Nehri’ndeki köprülerden birini aşıp, kentin merkezine yöneldim. Pazardı. Issız sokaklarda kaybolarak sonunda otelimi buldum. Otelim ucuzdu, alışılmışın dışındaydı ama tarihi bölgenin tam göbeğindeydi. Bavulumu bırakıp, birkaç gün sürecek Floransa maceramı başlattım.

Sokaklar daracıktı. Labirente benzeyen gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağlı bir görünüm sunuyordu. Önce Duomo’yu (Floransa Katedrali) gezdim. Duomo’nun tam karşısında yer alan, birçok ünlünün vaftiz edildiği Vaftizhane’nin tavan mozaiklerine şapka çıkardım.

DANTE’NİN SOKAĞINDA

Signora Meydanı’nda, Cellini’nin bronz Perseus heykelini, Giambologna’nın tek mermer blokundan yontuğu “Sabina Kadınlarına Tecavüz” adlı şaheserini, su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi’ni seyrederken kendimden geçtim. Bir sanat seliyle karşılaşacağımı biliyordum ama, böylesini beklemiyordum. Vecchio Sarayı’nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları hayalimde canlandırmaya çalıştım.

Dante Alighieri’nin evi, dar bir sokaktaydı. Buğday ambarını andırıyordu. Evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Dante bu sokakta büyümüş, imparatorluk yanlısı Ghilbelliholara karşı mücadele geliştirmiş, ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmıştı.
Floransa’da her köşe bucağı gezmeye, her heykelin önünde durmaya, her kiliseye bakmaya kalksam, birkaç ayımı burada geçirmek zorunda kalırdım. Onun için en ünlü mekânları seçiyordum. Örneğin eski hükümet binası Bargello’da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini’ye ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa Croce Kilisesi’nde Michelangelo ve Galileo’nun lahitlerini nasıl “es” geçebilirdim. Galeria dell’Accademia’da, Michelangelo’nun ünlü Davut heykelini görmeden gidebilir miydim?..

LEONARDO BU KÜÇÜK KÖY EVİNDE DOĞMUŞTU

Floransa’da beni en çok etkileyenlerden biri Vecchio Köprüsü’ydü. 1345’te yapılmış, II. Dünya Savaşı’ndaki bombardımandan kurtulmayı başarmıştı. İki yüzünde, küçük işyerleri yer alıyordu. Geçmişin kasap, derici, demir atölyeleri turistik kuyumcuya dönüşmüştü. Sonra, Pitti Sarayı’na gittim. Banker Lucca Pitti’nin 1457’de Medicileri alt etmek için yaptırdığı dev salonlarda yarım gün geçirdim. Arkasındaki Boboli Bahçesi’nde, Rönesans bahçe süslemesinin arasında dolaşıp durdum. Kente veda etme zamanı gelince, kira parası kadar park ücreti ödeyerek arabamı aldım.

Otobana çıktığımda, bütün hücrelerimin sanatla dolup taştığını hissettim. Leonardo da Vinci’nin doğduğu Vinci köyüne gidiyordum. Empoli’den otoyolu terk edip, okları takip etmeye başladım. Köy bir tepenin üstünde, bağların ortasında kurulmuştu. Leonardo, 1452’de köyün iki kilometre uzağındaki Anchiano’da, küçük bir evde doğmuştu. Okları izleyip evi buldum. Çayırın ortasındaki ev, taş duvarları ve birkaç küçük penceresiyle depoyu andırıyordu. Daha sonra köyün merkezinde, 13. yüzyıldan kalma şatodaki Leonardo Müzesi’ni gezdim. Müzede Leonardo’nun tasarımları maketlerle sergileniyordu. Her biri çizimlerinden yola çıkılarak yapılmıştı. Neler yoktu ki: Su üstünde yürümek için kayaklar, uçmak için kanatlar, makineli tüfekler, kaldıraçlar, dokuma tezgâhları, dalgıç giysileri, zırhlı bir tank... Hele bir bisiklet maketi vardı ki, karşısından uzun süre ayrılamadım. Leonardo 500 yıl önce, bugünün bisikletini tasarlamıştı. Üstelik tüm maketler çalışır durumdaydı.

Eğer zamanınız varsa Toscana Vadisi’ndeki gezinizi uzatabilir, Pisa’da meşhur kuleyi görebilir, zeytinliklerin, bağların, şaraphanelerin arasından geçip Siena’ya kadar uzanabilirsiniz.

Saffet Emre TONGUÇ

Karanlık Kanyon’un incisi KEMALİYE


Erzincan’ın Kemaliye ilçesi, turizm potansiyeli son yıllarda fark edilmiş sıradışı bir yerleşim. Amerika’daki Büyük
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab422d
Kanyon’dan sonra dünyanın ikinci büyük kanyonuna kurulmuş. Evliya Çelebi’nin “meyvelerle dolu bir bağ, bahçe kasabası” olarak anlattığı ilçe, yanından geçen Karasu, Munzur Dağları’nın el değmemiş yeşillikleriyle yürüyüş, tırmanma, dağ bisikleti, kano, hatta yamaç paraşütü gibi aktivitelerle ruhunu dinlendirmek isteyenler için ideal. Ama dikkatli olun, ciğerlerinize çekeceğiniz hava o kadar temiz ki, egzost soluyan şehirlileri çarpması işten bile değil. Kemaliye’ye eylül ayında giderseniz doğanın değişimine şahitlik edip yeşil, sarı ve kahverenginin farklı tonlarını tatil tuvalinize yerleştirirsiniz. İlkbahar veya yaz başında gittiğinizde ise vahşi dağ keçilerini görme imkanınız bile olabilir.

İlçeye toplamı 8.5 kilometrelik (4722 metresi tünel) Taşyol’dan ulaşıyorsunuz. Bence, bu otoyol insanlığın sıradışı bir başarısı. Kemaliye’yi Sivas Divriği’ye bağlayan yolun yapımı 1870’lerde gündeme gelmiş, inşaat 1950’lerden sonra başlamış. Bölgeye büyük katkıları bulunan Vali Recep Yazıcıoğlu zamanında, 1993’ten sonra hızlanmış. Taşyol, dibine güneşin zor ulaştığı Karanlık Kanyon’a kurulmuş. Fırat’a kaynak olan Karasu aşağılarda salına salına akıyor. Yol, gerçekten çok çarpıcı bir görünüme sahip.

TARİHİ EVLER AYAKTA

İlçenin eski adı Eğin, Göktürklerde “cennet kadar güzel bahçe” anlamını taşıyormuş. Müslümanlar, Ermeniler bir arada yaşarmış. İlçe Kurtuluş Savaşı’nda ismini değiştirmiş. Mustafa Kemal’in anısını yaşatmayı üstlenmiş. Kemaliye’nin ünlü eski evleri yukarı mahallesinde. Evlerin giriş katlarında taş kullanılmış, aralara dut ağacından şeritler katılmış. Ailenin yaşam alanını oluşturan ikinci kat ise ahşaptan yapılmış, duvar sıvasında saman kullanılmış. Arazinin eğiminden dolayı Kemaliye evlerinin her katında sokağa, bahçeye açılan bir kapı var. Devasa kapılar, elişi oyma, kabara isimli çivi, metal tokmaklarla süslü. İlçenin iki muhteşem camisi de bu mahallede: Taşdibi ve Orta Cami.

Sarıçiçek Dağları’ndan çıkan, çok soğuk, yüksek debili Kadıgölü kaynağı Kemaliye için adeta hayat suyu. Orta Cami’nin hemen yanında akan kaynağın sesi caminin huzur dolu havasında dua edenler için değişmez bir fon oluşturuyor. Orta Cami’nin hemen altındaki restore edilmiş un değirmeni gürültülü işine geri dönmüş. Hemen karşısındaki “Lökhane” zarif bir üslupla dekore edilmiş. Taze meyve suları ile ceviz ve duttan yapılan lök tatlısını sunuyor misafirlerine.

Kentin Malatya yolu üzerinde, çatısındaki ahşap cumbasıyla dikkat çeken çok güzel taş bir bina göreceksiniz. Bir zamanların Ermeni kilisesi bugün küçük bir etnografik müzeye dönüşmüş. Sergilenen objeler, eşyalar ilçedeki yaşamı, kültürü yansıtıyor. Çoğu Kemaliye halkınca bağışlanmış.

Civardaki köyleri de gezmenizde yarar var. En az bir gününüzü Apçağa, Sırakonak, Ergü, Kozlupınar ve Yeşilyurt’a ayırın. Köy kahvesinde yaşlılarla sohbet edin, ikram edilen çayın, pestilin tadını çıkarın. Böylesine güzel bir ilçenin, Taşyol ve Karanlık Kanyon’un her turistin dilinde olması gerekir. Uzaklığı nedeniyle tanınamamış. Oysa dünyayı gezen bir seyahat yazarını bile büyüleyip birkaç gün kalmaya, hatta yeniden gelmeye ikna edebilecek güzellikte. Sizin de aklınızda olsun... Erzincan, Elazığ ve Malatya’dan kalkan otobüslerle ulaşabilir ya da otomobil kiralayabilirsiniz. Kanyon Rent A Car (Tel: 0446 751 20 25)

Köprüler, kuleler arasında PRAG

Kontes Libuse, Vltava Nehri’nin üzerinde durup “Görkemi yıldızlara ulaşacak büyük bir şehir görüyorum” demiş. Biblo gibi bir şehir olan Prag, görkemli tarihinden aldığı güçle, Kontes Libuse’yi olduğu gibi Hitler’i de etkilemiş.
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab422f
Hitler’in savaşta bombalatmadığı iki şehirden biri olarak, güzelliklerini günümüze taşımış.

Tarihi M.Ö. 4000’lere dayanan Prag, Orta Bohemya’daki Vltava Nehri’nin iki yakasında kurulmuş. Şehirde görülecek çok sayıda yer var. Batı yakasındaki Stare Mesto, aynı zamanda tarihi merkez. Daracık, arnavutkaldırımlı sokaklarında yürürken ortaçağın gizemini, efsununu hissediyorsunuz.

TARİHİ SAATTEKİ TÜRK HEYKELİ

Sokaklar sizi Eski Şehir Meydanı’na (Staromestske Namesti) ulaştırıyor. Sekiz muhteşem kulenin çevrelediği meydanın tam ortasında ülkenin en ünlü ilahiyatçısı, Jan Hus’un heykelini göreceksiniz. Meydandaki Eski Belediye Binası (Staromestske Radnice) 2. Dünya Savaşı’nda hasar görmüş. Karşısında Tyn Kilisesi’nin dışı gotik, içi barok üslupta yapılmış. Asimetrik kuleleriyle yeryüzünün dişi ve erkek özelliklerini temsil ettiği söylenen bu muhteşem kilisede ünlü gökbilimci Tyco de Brahe’nin mezarı bulunuyor. Tarihe dokunmanın verdiği keyfi, meydandaki kafe ve pub’lardan birine oturarak perçinleyin.

Hazır Eski Şehir Meydanı’na gelmişken, astronomik saati mutlaka görün. 15. yüzyılda inşa edilmiş. Üzerine 12 havari heykeli yerleştirilmiş. Zamanı hem Bohemya usulü (Gotik numaralarla) hem de günümüz rakamlarıyla gösteriyor. Praglıların geçmişteki korkuları bu saatin dört heykelinde yansıtılıyor: Ölüm, açgözlülük, kibir ve Türkler! Elindeki sazla sefahat ve zevki temsil eden heykel Avrupa kapılarını zorlayan Türkleri simgeliyor. Saatin en büyük özelliği, ay, gün ve burçları da göstermesi.

Şehrin tarihi bölgesindeki Josefov, Avrupada’ki en eski, bazı yazarlara göre ise en ilginç Yahudi yerleşimi. 10. yüzyıldan itibaren buraya yerleşmeye başlamışlar. 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’daki en büyük Yahudi gettosuna dönüşmüş. Maisel, İspanyol, Pinkas ve Stranova sinagogları, dünyanın en eski Yahudi Mezarlığı görülmeye değer.

“Köprüler şehri” olarak da bilinen Prag’taki en önemli eserlerden biri Charles Köprüsü (Karluv Most). Kral IV. Charles tarafından 13. yüzyılda şövalye dövüşleri için yaptırılmış. 19. yüzyıla kadar şehrin tek köprüsüymüş. Karşıya geçmek tarihte yolculuk gibi. Üzerindeki 33 heykel ve kabartma, gün doğumu ve günbatımında doyumsuz bir güzellik vaat ediyor. Köprüyü mesken tutan müzisyen, ressam ve hediyelik eşya satıcılarının görevi ise sizi geçmişten günümüze döndürmek...

St. Vitus Katedrali’nin (Katedrale Sv. Vita) yapımına 1344’te başlanmış. Veba, savaş gibi nedenlerle 1929’da tamamlanmış. Avrupa’nın en eski ve en görkemli katedrallerinden. Yapımın uzaması neo-gotik, rönesans, barok özellikleri buluşturmuş. Katedrali gezmeye dış cephesindeki şeytan figürlerinden başlayın, ışıkla oyun oynayan vitraylara dikkat edin. Güney kulesindeki 287 merdiveni tırmanıp büyüleyici şehir manzarasını seyredin. Zemine inip, yapımı başlatan Kral IV. Charles’ın mezarını görün.

KALE SARAYA DÖNÜŞTÜ

870’de inşa edilen Prag Kalesi (Prazsky Hrad), Prag’da yerleşimin ilk başladığı nokta. Her ne kadar yapımına kale olarak başlansa ve adını bundan alsa da, bina zamanla bir şato haline dönüşmüş ve Çek krallarının ikametgâhı olmuş. Rönesans, Barok ve Neo-Klasik tarzların güzel özelliklerini bir arada taşıyan kalede, Prag’ın dillere destan güzellikteki bahçelerini ziyaret edebilirsiniz. Sanatı desteklemesiyle tarihe geçen II. Rudolf’un koleksiyonu da burada bulunuyor.

929’da öldürülen ve sonraki yıllarda Çek milliyetçiliğinin sembolü haline gelen Bohemya kralından adını alan Wenceslas Meydanı (Vaclavske Namesti) son derece hareketli. Ulusal Müze’nin de bulunduğu meydan, 1918’de Çekoslovakya’nın ilanı, 1968’de Sovyet tanklarının gelişi, 1989’daki Kadife Devrim gibi birçok önemli olaya ev sahipliği yapmasıyla hafızalarda. Eylül Prag’taki en güzel aylardan biri. Kış gelmeden şehrin güzelliklerinin tadını çıkartın.

ALIŞVERİŞ, YEMEKLER, EĞLENCE

Prag’dan Bohemya cam ve kristali alabilirsiniz. El yapımı tahta oyuncaklar, kukla, porselen gibi hediyelikleri Stare Mesto Pazarı’nda bulacaksınız. Çeklerin biraları ünlü. En çok tercih edilenleri: Budvar, Plzeosky Prazdroj ve Staropramen. Ünlü içkisi Becherovka, aslında tarçınlı, karanfilli bir mide ilacı olarak yapılmış. Çek mutfağında ağırlık et ve şarküteri ürünlerinde. Gulaş, rosto, av etlerini hemen her lokantada bulabilirsiniz. Etler lahana, patates veya pilavla sunuluyor. Tatlılarda meyveli hamur işleri ön plana çıkıyor. Kahvaltı ve akşam yemeğini hafif geçiştiren Çeklerin ana öğünü öğle yemeği. Restoranların fiyatları turistik bölgelerden uzaklaştıkça ucuzluyor. Eğlence için ışıklı tiyatro gösterisi yapılan Image Theatre, Prag Kukla Tiyatrosu sayılabilir.

Fatih TÜRKMENOĞLU

Şimdi ve her bayramda LONDRA


İlle de yeni bir yer keşfetmektense, bazen bilinen bir şehri yeniden keşfetmek daha keyiflidir. Evet, iş gezisi, okul
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab4231
gezisi için defalarca gidilmiştir. Her köşesi gezilmiştir. Hakkında sayfalarca okunmuş, orada geçen onlarca film seyredilmiştir. Orası, artık “tamam”dır.
Ya da öyle sanılır.

Bir daha gidilir; ve voila! Bambaşka bir şehirle karşı karşıyasınızdır... Hele söz konusu şehir Londra, aylardan eylülse.

HER KÖŞESİ SÜRPRİZ

Size en bilinen, çoğunluğun gezdiği Londra mekânlarından bahsetmeyeceğim. Buckhingham Sarayı, Trafalgar Meydanı, British Museum, Oxford Street, Big Ben, Thames Nehri, Kensington Gardens, tepeden tüm şehri seyredeceğiniz London Eye hakkındaki bilgileri tüm broşürlerde bulacaksınız.

O kadar büyük, yoğun bir şehir ki, neye meraklıysanız, onun Londra’sını yaşayabilirsiniz. Çizgi roman, kırtasiye ya da antika meraklıları özel mağazalarda, gece kuşları her türden kulüpte, doğaseverler parklarda, film tutkunları “üç seansı bir seans fiyatına” sinema salonlarında sıkılmadan günlerini geçirebilir. İster parklarda, caddelerde saatlerce yürür, ister Hyde Park’ta atla dolaşırsınız. O size kalmış; ruh halinize, yanınızdaki arkadaşlara, bütçenize, ne olmak istediğinize göre düşünüp, karar verirsiniz. Şimdi biraz şehrin diplerine, turistlerin pek bilmediği köşelerine dalalım beraber.

Londra’da günlük yaşamın tüm farklı renklerini bir arada görebileceğiniz öyle güzel, öyle değişik pazarları var ki, keşfe değer. Herkesin bildiği, Notting Hill’de Hugh Grant’in mevsimler değişirken yürüdüğü Portobello Road, tam bir turist buluşma noktası. Cumartesi günleri kuruluyor. Yaklaşık 1.5 kilometrelik güzergâhın girişi antikacılara ait. Sonrasına dünyanın dört bir yanından getirilen kahveden oyuncağa her şeyi bulabileceğiniz tezgâhlar açılıyor. Camden, kanallarıyla romantik bir mekân. Hafta sonunda sokak müzikçilerinin, cambazların, kimileri şovmenlere taş çıkaran seyyar satıcının merkezine dönüşüyor. Tezgâhlarda Osmanlı tuğrası ya da 2. Dünya Savaşı’ndan kalma miğfer çıkabilir. İsyankâr gençlerin, alternatif sanatçıların, entelektüellerin yeni mekânı Brick Lane. Antikaya meraklıysanız, Bermandsey Meydanı’ndaki Antika Pazarı, cumaları açık. Sabahları çok erken saatlerde meraklılar pazara toplanıyor. Londra’nın en eski çarşısı bu. Çok hoş bir ortam var. Crystal Palace’daki Haynes Lane Koleksiyoncular Pazarı da sadece hafta sonları açık. Baharat ve etnik gıda meraklılarının mekânı Islington ile Angel arasındaki Chapel Market. Giysi alışverişi için gelenler, Cerville Street’teki Leather Lane’e uğruyor. Belçika ve Fransa’dan günübirlik turlarla alışverişe gelenler Marble Arch’daki “Primark” adlı mağazayı adeta yağmalıyor. Fiyatları bizim semt pazarlarından bile ucuz.

FESTİVAL ZAMANI

Londra’nın kültür hayatı dört mevsim hareketli. Sonbaharda iyice canlanıyor. London Design Festival bu yıl Şeker Bayramı’na denk geliyor. 19-27 Eylül arasında moda, mimari, fotoğraf alanlarında yüzlerce değişik etkinlik var. Organizasyonlar şehrin değişik yerlerinde. Detaylı bilgi almak için www.londondesignfestival.com’u ziyaret edebilirsiniz. Mutlaka görülecek birkaç şov bulacaksınız. Bir de çoğuna katılmak ücretsiz.

Ayrıca, 18 Eylül’de de Londra Moda Haftası başlıyor. Şovlar National History Museum’da. İlgilenenler zaten duymuştur. Aynı dönemde konser trafiği de yoğun. 18 ve 19 Eylül’de, Wembley’de Coldplay sahneye çıkıyor. 22 Eylül’de Royal Albert Hall’da Elton John konser verecek. Bilet fiyatları 15 ile 20 pound arasında. Bunun dışında hafta sonunda onlarca konser var seçim yapabileceğiniz. Bilet için www.ticketmaster.co.uk ’i ziyaret edebilirsiniz

Tiyatro, müzikaller sizi bekliyor

Gelecek hafta sonunda sayısız oyun var Londra’da. Operadaki Hayalet, Sefiller, Aslan Kral, Chicago, Fare Kapanı gibi klasikleşmiş müzikaller hâlâ sahnede; görmediyseniz, Leicester Square’deki biletçide sıraya girerek, o günün kalan biletlerini ucuza alabilirsiniz. Mamma Mia, Peter Pan gibi eğlencelik müzikaller de arada iyi gider. Yeni bir eser arıyorsanız, filminden çok etkilendiğim “Showshank Redemption”un sahne uyarlamasını deneyebilirsiniz. Ama şöyle “damardan bir şeyler seyredeyim” derseniz, üzülmeyin. Klasik tiyatro grupları Shakespeare yorumlarını da bulacaksınız. Bazıları dili sadeleştiriyor, bazı gruplar ise o devir İngilizcesi ve vurgulamalarını sahneye taşıyor. Tabii ikinci durumda hiçbir şey anlamamayı göze almak gerekiyor... Ben gidecek olsam, Trafalgar Studio’da Shakespeare’in Othello’sunu seçerdim.

72 millet uyum içinde yaşıyor ALANYA

Cadde kenarlarına kurulan istasyonlardan kredi kartımla bir bisiklet kiraladım, şehri bir baştan bir başa dolaştım.
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab4233
Yıllarca “Orada Ruslardan başka kimseler yok nasılsa” diye ertelediğim Alanya gezisi, bende sürpriz üstüne sürpriz yarattı. Nüfusunun yüzde 10’undan fazlası yurtdışından gelip yerleşenler. 72 millet uyum içinde yaşıyor. Akdeniz’in Avrupa’daki bir çok şehrinden çok daha modern ve güzel...

Bu yaz başında, tam iki hafta kaldım Alanya’da. Köylerini, yaylalarını, yakın civarda görülecek her yerini dolaştım. Kente hayran kaldım. Manzaralara, eski evlere, Kızıl Kule’ye, 6.5 kilometre uzunluğundaki surlarına doyamadım. En çok da sıcak, yumuşak huylu insanlarını sevdim. Bayram tatili için önerilerim sorulunca “Eylül sonu, Alanya’nın en uygun zamandır” diye düşündüm...

Belediye Başkanı Hasan Silahtaroğlu’nun çabalarıyla bugün Alanya bir ilçe olmaktan çıkıp, dünya kentine dönüşmüş. Büyük şehirde aradığınız her şey var: Plajlar, gezinti caddeler, çarşılar, faytonlar, şık evler. Tek dezavantajı, temmuzdan eylül ortasına kadar çok sıcak, nemli olması. Eylül sonunda ikinci bahar başlıyor.

Alanya bir barış ve hoşgörü kenti. Finliler, İsveç, Norveç, Danimarkalılar, Ruslar ve Almanlar başta olmak üzere çok sayıda yabancı şehre yerleşmiş. Aralarında dükkân, lokanta açanlar, dilimizi mükemmel öğrenenler var. Belediye bünyesinde “Yabancılar Meclisi” oluşturulmuş. Yerel radyo ve TV’de haberler Rusça, Almanca da veriliyor. Bikinili kızlar sokaklarda rahatça yürüyor. Beş yıldızlı tesisleri bol; pansiyonda bile kalsanız plajlara, eğlence mekânlarına ulaşım çok kolay. Palmiyeli ana caddenin hemen yanı başı, kilometrelerce uzanan plaj var...

Sebze, meyve bol ve ucuz. Yerli muzun kokusu, lezzeti inanılmaz. Bitkilerle bütün kent yeşile bürünmüş; “Başkan bitkiye meraklıymış, ağaç kestirmezmiş” diye duydum. Bu yaz benim karnemde temizlik ve düzenden sınıfta kalan bir sürü tatil kentinin yanında, Alanya yıldızlı pekiyi alan tek yer. Ölüdeniz çöp deryasıydı, Ayvalık’ta ağaçlar bakımsız ve sokaklar pislik içindeydi. Birileri Cunda’da kanalizasyonun açıktan denize karıştığını anlattı. Tabii bir de bu pislik ve ilkelliğe, bu tembel yönetim ve kalitesiz insana rağmen, pansiyonlarda, restoranlarda ödenen fahiş hesaplar vardı ki, neyse, şimdi konumuz değil... Ama Alanya yıldızımdı. İnsan emeğinin karşılığı, yakıcı doğal güzelliğin değer gördükçe ışıldamasıydı. Devasa parklar ve sonsuz görünen plajlardı. Kısaca Alanya “Burada yaşarım işte” kentlerimden biriydi. “Bu bayram Türkiye’de nereye gidelim” sorusuna cevap olarak, aklıma gelen ilk yerdi...

NE YAPILIR?

· Alanya Kalesi’nin her yanını, gezin. Adam Atacağı Kulesi’ndeki “taş denize düşerse ölümden kurtulan mahkûmlar” meselesi bir efsaneymiş. Yine denedim; attığım taşların hiçbiri denize ulaşmadı. · Süleymaniye Camii, 13. yüzyıl, Alaaddin Keykubat zamanında inşa edilmiş. Mimarisine bayıldım. · 1226’da yapılan Kızıl Kule, 360 derece Alanya manzarası sunuyor. Çıktığınızda, bir daha inmek istemeyeceksiniz. · Sukabağı sanatçısı Ümit Çağlar’ın kentin tarihi merkezindeki atölye-evini herkes biliyor, mutlaka uğrayın. Sukabağının çok amaçlı kullanımına çok şaşıracaksınız. · Türk tarihinin ilk iki tersanesinden biri Kızıl Kule’nin dibinde. Selçuklular zamanında yapılmış. · Plajların hepsi çok güzel, ama Damlataş Plajı’nın yeri ayrı. Palmiyeli, begonvilli parkıyla çok da romantik. Sabahları kilometrelerce çıplak ayak yürümek, sonra da saatlerce yüzmek çok güzel oluyor. · Sealanya’da yunuslarla yüzebilirsiniz. · Tekne turları son derece eğlenceli geçiyor. Tersane, Korsanlar Mağarası, Aşıklar Mağarası, Şeytanlar Mağarası, Kleopatra Plajı, Ulaş Plajı ve Büyükbaş Mağarası rotasında yüzebilir, dans edebilir, hatta tekneye yanaşan girişimcilerden jet-ski kiralayabilirsiniz. · Gece hayatı çok renkli. Sabah 3’te diskolar susuyor, hızını alamayan şehir dışındaki kulüplere akın ediyor.

Gülin AKÖZ

Çin’in en güzel Ay Festivali GUİLİN

Yaz hasadı toplandığında doğa bize, çorak kış süresince besleyecek tahıl, mısır ve meyveler sunar. Çinliler
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab4235
cömertliğine teşekkür etmek için bu yiyecekleri avlulardaki sunaklarda Ay Tanrıçası “Chang’e”ye adar.
Ayın bütün yıl boyunca en parlak olduğu zaman, ay takvimine göre 8. ayın 15. günü, yani eylül dolunayıdır. Ay Festivali işte bu günde kutlanır. (Genelde sonbahar ekinoksu civarına düşen festival bu sene biraz geç, 3 Ekim’e geliyor.) Geçit törenleri, ruhu dinlendiren müzikler, havai fişekler, kâğıt katlayarak yapılmış rengârenk fenerler... Kristal bir sarayda yaşayan Ay Perisi de ayın gölgelenmiş yüzünde ortaya çıkar ve raks eder.

AYDAKİ KADIN, ADAM

Çeşitli versiyonları bulunan, Ay’da yaşayan kadın efsanesinin biri şöyledir: Eskiden gökyüzünde sırayla dünyayı aydınlatan on güneş varmış. Bir gün, hepsi birden ortaya çıkmış. Cengâver bir okçu olan Houyi dokuz güneşi vurup kendini kral ilan etmiş. Fakat zalim bir kral olmuş. Üstelik sonsuz hayat iksirini tanrılardan çalmayı da başarmış. Güzel karısı Chang’e, halkı zalim kocasından kurtarmak için iksiri içmiş. Periye dönüşüp Ay’a yükselmiş. Houyi karısını çok sevdiği için Ay’ı vurmamış.

Başka bir efsanede ise “Ay’daki Yaşlı Adam” elinde bir yazıt taşırken görülmüş. Ne yaptığını sormuşlar. “Kaderinde evlenip sonsuza kadar mutlu yaşayacak çiftleri yazıyorum” demiş. İşte bu nedenle Çin’de evliliklerin çoğu 8. kameri ayda yapılır. İlahi Çöpçatan genç kadın ve erkeklerin ayaklarını kırmızı kurdelalarla bağlar.

Guilin, kızları ile de ünlü. Buranın kızları öylesine güzellermiş ki onlarla evlenebilmek için erkekler üç sene kızın ailesinin yanında, üstelik evlerinde de değil, hayvanların kaldığı baraka gibi bir yerde yaşayıp kızın tüm ailesine hizmet ederlermiş. Eğer üç yılın sonunda kızın anne-babası bu hizmetten memnun kalırlarsa ‘eh’ evlenmesine izin verilirmiş.

AY KEKLERİ

Festivalde özel yeri olan ay keklerinin, tarihi gerçeklere dayanan bir öyküsü var. Yung Hanedanı zamanında Çin, Moğollarca yönetiliyormuş. Hanedan bundan hiç memnun değilmiş. Ay Festivali’nin yaklaştığını bildiklerinden özel kekler yapılmasını önermişler, her birinin içine de saldırının planlarını koymuşlar. Ve o gece hükümeti devirmişler.

Ay kekleri lotus çekirdeği, badem, ceviz, portakal kabuğu, hurma, kırmızı/siyah fasulye ezmesi ve kıyma ile yapılır. Ortasına tuzlu ördek yumurtası sarısı konur ve üstü uzun ömür, birliktelik, uyum gibi Çin karakterleri ile süslenir. Ay, Ay’ı simgeleyen tavşan, Chang’e resmi, çiçek desenleri de etrafa serpiştirilir. Sonra bir bütün yıldaki 13 ayı simgeleyen 13 ay keki piramit şeklinde üst üste dizilir.

SİHİRLİ FİL VE NEHİR

Elephant Trunk Hill su içen bir fili andırıyor. Elbette onun da mitolojik bir hikâyesi var: Bizim fil cennette çok sıkılmış. Yeryüzüne inmek istemiş. Burayı da çok sevmiş, bir dolu arkadaş edinmiş. Fakat kralın adamları bundan hoşlanmamış, nehrin suyunu içip bitirmesinden korkmuşlar. Ve bir gün su içerken onu, hem de haince sırtından hançerlemişler. Tepedeki Puxian Pagodası, bu hançerin sapı. Pingan’daki 700 yıllık Long Ji pirinç terasları da sonbaharda ayrı güzel. Eylül ve ekim aylarında altın sarısı, turuncu renklere bürünüyor; Güneş de keyfine göre ayrı bir ton ekliyor. Li Nehri’nin puslu yağmuru ünlü. Sonbaharda suyu öylesine berrak, dibi görünüyor. Nehir boyunca dizilmiş kireçtaşı karst tepeler bir nevi yeşilliklerle kaplı peribacaları. Şekillerine göre Deve Tepesi, Çocuklu Kadın, Elinde Çiçek Tutan Kız gibi adlar almışlar. Sonbahar, Guilin’e adını veren çiçeklerin de tam mevsimi. Her taraf mis gibi kokularla dolu.
8. yüzyılda yaşamış şair Han Yu’nun dediği üzere “Nehir mavi ipekten bir kemer, tepeler yeşim taşlı saç iğneleri...”
“Guilin, göklerin altındaki en güzel yer” diyenler de haksız sayılmaz.

Bu gölde hüznü değil huzuru yaşayın ABANT

Bir akşamüzeri koştura koştura eve dönüyordum. Her zamanki gibi kıvrılarak ilerleyen yokuşu dolanmaktansa
/images/100/0x0/55eb1a6ff018fbb8f8ab4237
merdivenlere yöneldim. Alçak basamaklı merdivenler dik, yorucu, ama kestirmeydi. O hızla 15-20 basamak çıktıktan sonra birden yavaşladım. Bir yaprak düşüyordu yere, salına salına önümden. Sokak lambasının puslu sarı, loş ışığında. Hafif serin bir eylül akşamında... İçinden geçtiğim yerin ve anın güzelliğini fark etmiştim. Oysa evde bekleyen işlere odaklanmıştım, alelacele geçip gitme telaşındaydım. Demek sonbaharın en sevdiğim diyarına, Abant ve Yedigöller’e gitme, zamanı yavaşlatma mevsimi gelmişti.

Kalacak yerim belli. Abant kavşağının 12. kilometresindeki Doğa Köşkü Abant Pansiyon. Arkada dağa bakan odalardan biri. Tesadüfen bulduğumuz bu pansiyonun temizliğine hayran kalmıştım. Sabah ise, dere kenarında ağaçların altındaki ahşap masalarda mükellef kahvaltıyla şımar(tıl)mıştık.

ÖNCE CEFA, SONRA SEFA

Abant Gölü’nün çevresi 6.5 kilometre. Bisikletle veya tempolu yürüyüşle bir tur yapmak lazım. Sonrasında ise göl kenarında oturup kitap okuma keyfi. Nedense kafamda o ortama “Aziyade” uygun düşüyor. Ama elbette o an ilginizi çekenherhangi bir kitap da olur. Yeter ki düşüncelerinizin akışına izin versin.

Arada geçen faytonlar ve nal sesleri kadınların zarif şemsiyeleri, ipek mendilleri ile gezmeye çıktıkları saf bir geçmişe götürüyor zihninizi. (Otomobil ve gereksiz insan seslerini duymayacaksınız.) Sonra kalkıp nilüferle kaplı sazlıklar arasında yürüyorsunuz biraz. Gölün durgun suyunda taş sektiriyorsunuz. Yemek vakti geldiğinde sucuk-ekmek, buranın olmazsa olmazı.

Otoyol çıkışından “42 km” tabelasına aldanmayın, saatler sürecek zorlu bir yolculuk bu. Yol felaket. Sonradan yapılan ve daha iyi olduğu söylenen Yeniçağa yolu da farksız. Ama işte bu sayede, vuslata ulaştığınızda, artık otomobillere ait olan şehir havası yerine tertemiz dağ havasıyla ciğerlerinize ziyafet çekebiliyorsunuz. Cep telefonlarının çekmemesi de kanımca bir nimet. Sessizliği yaşamak, doğanın seslerini dinleyebilmek için.

Kimbilir belki kapı çalınışını andıran tak-tak sesini duyarsınız, hayretle kafanızı kaldırıp ağaçkakanla karşılaşırsınız. Ardından bir sincabı takip edersiniz ağaçtan ağaca, daldan dala. Sonra gözünüzü yere dikersiniz; mor yapraklı küçük bir çiçek, şapkasını çıkarıp sizi selamlayan bir mantar görürsünüz. Dalından vazgeçmiş binlerce yeşil, kırmızı, safran sarısı, bakır renkli yaprak ayaklarınızın altında... Canlı bir tablo içinde yürürsünüz.

GÖLÜN AYNASINDA

Yedigöller havzası, yer kaymaları ile oluşmuş. Kayan kütleler vadilerin önünü tıkamış, arkasında da sular birikmiş. Anıt Ağaç 500 yıldır buralara tanıklık etmekte. Kayın meşe gürgen... Karaçam, sarıçam, kızılağaç, akçaağaç, karaağaç, köknar. Dişbudak, keçisöğüdü, yabanikiraz. Alıç, üvez, bodurağaçlar ve eğreltiotları. Ağaçların köklerini seyretmek başlı başına bir iş!

Yola devam ederken bir bakıyorum “Biz tam yedi cüceyiz, on dört kollu bir deviz” diye şarkı tutturmuşum. Beynin aynı kıvrımında depolanan yedilerin çağrışımı.

Nazlıgöl’ün üstüne sis çökmüş. Büyükgöl ayna gibi yansıtıyor etraftaki görüntüleri. İncegöl’de yosunlar, suyun üstüne uzanan ağaçlar. Sazlıgöl’de ağaçların arasından süzülen güneş ışıkları. Seringöl’e elimi sokuyorum, tatlı bir ürperti.
Burada doğa, tüm duyularınıza hitap ediyor. Bir tek tat eksik. Onu da alabalıkla tamamlarsınız.
Sonbahar deyince hüzün gelir aklımıza. Hazan... Benim aklıma huzur geliyor. Özellikle de bu vakur ağaçlar ve yapraklar arasındayken. Göl, durgunluğunu ruhuma yansıtıyor. Arkamda bir sonbahar bırakarak dönüyorum.
False